25 Mayıs 2025 Pazar

Vucut sıcaklığı ve yapılan hatalar



Ateş nedir?


Ateş, vücudun iç sıcaklığının normalden (yaklaşık 36.5–37.5°C) daha yüksek olmasıdır. Bu aslında vücudun kendini savunma mekanizmasıdır.


Mesela mikrop girince vücut diyor ki:


“Ben bu mikrobu sevmedim! Hadi ortamı ısıtayım da rahat edemesin.”


Yani ateş, bağışıklık sisteminin mikroplara savaş açtığının bir işaretidir.



Vücut ısısı nasıl artar?


Beynimizin ortasında bir yer var: Hipotalamus.

Bu bölge, vücut ısısını ayarlayan termostat gibi çalışır.

Bir mikrop, bakteri, virüs geldiğinde bazı kimyasal maddeler (sitokinler, prostaglandinler) salgılanır.

Bunlar hipotalamusa şöyle der:


“Termostatı biraz yükselt, bu düşmanı pişirelim!”


Hipotalamus da vücuda “ısı üret, ısı kaybetme!” komutu verir.

Kaslar titremeye başlar (ısı üretmek için)

Damarlar büzüşür (ısı dışarı çıkmasın diye)

Böylece vücut ısısı artar, biz de “üşüyorum ama aslında ateşim var” deriz.



Ateş damarların içinde mi olur?


Ateş damarın içinde değil, kanın ve dokuların genel sıcaklığıdır.

Ama biz ateşi genellikle kanın taşıdığı ısı olarak ölçeriz.


Örneğin:

Koltuk altı, dil altı ya da makattan ölçülen sıcaklık kanın taşıdığı ısıyı gösterir.

Yani vücudun dışına doğru değil, içsel bir durumdur. Ama deri yüzeyine yakın damarlar ısının etkisiyle genişler, o yüzden cilt sıcak, kuru veya kızarık hissedilir.



Vücudun daha içinde olabilir mi?


Evet. Özellikle ateşin ilk dakikalarında, vücut çekirdeği (karın içi, göğüs kafesi içi gibi) daha sıcaktır. Dış kısım (el, ayak gibi) henüz ısınmamıştır.

Bu yüzden çocuk ateşlenirken el ve ayağı soğukken bile içi yanabilir.



Neden olur?


Ateşin nedenleri:

1. Enfeksiyonlar (bakteri, virüs, mantar)

2. Bağışıklık sistemi hastalıkları

3. Alerjiler

4. İlaçlara karşı tepki

5. Tümörler (nadir ama olabilir)



Nasıl seyreder?


Ateşin bir gidiş şekli vardır:

1. Yükselme dönemi: Üşüme, titreme, cilt soluk

2. Ateşin yüksek olduğu dönem: Yüz kızarır, terlemez, halsizlik olur

3. Düşme dönemi: Terleme başlar, vücut ısıyı düşürmeye çalışır



Nasıl düşer?

1. Doğal yollarla: Vücut savaşı kazanırsa kendiliğinden düşer

2. Ateş düşürücülerle (Parasetamol, ibuprofen gibi):

Hipotalamusu kandırır

Termostatı tekrar normale çeker

3. Soğuk uygulama, ılık duş:

Deriden ısı kaybı sağlar

Ama titremeye neden olursa tam tersi etki yapabilir!



Sonuç olarak:


Ateş bir hastalık değil, bir belirtidir.

Tıpkı arabanın gösterge panelindeki kırmızı ışık gibi:


“Bir sorun var, ilgilen” diyor.

Ama ışığı kapatmak (ateşi düşürmek) sorunu çözmek değildir.

Asıl mesele neden ateş çıktığını bulmaktır.

18 Mayıs 2025 Pazar

Bir Ağaç Dikmekle Başlar Her Şey: Sadakanın Sessiz Şahidi



Bazen bir ağaç dikersiniz… Küçücük bir fidan. Toprağa iliştirirken avuçlarınızla, rüzgâr yapraklarını okşar, toprak ana onu bağrına basar, güneş üstüne titrer. Belki o an farkında bile değilsinizdir; siz sadece bir ağaç dikmişsinizdir. Oysa gökte bir melek kalemini oynatır ve kaydeder: “Bu da sadakadır.”


Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

“Bir Müslüman bir ağaç diker ya da bir ekin eker de ondan bir kuş, insan veya hayvan yerse bu onun için bir sadaka olur.” (Buhârî, Müzâraa 1)


Bu ne büyük bir müjde! Yani sadece insanlara değil, kuşlara, karıncalara, rüzgârla savrulup toprağa karışan bir yaprak parçasına bile hayır yazılıyor. Sadece niyetle değil, eylemle gelen bir rahmet bu. Sessiz bir iyilik. Gölgesinde dinlenen, meyvesinden nasiplenen, dalında yuva kuran her canlıya verilen bir selam. Ve o selam her seferinde sadaka hanene yazılıyor.


Ne zaman ki bir fidan dikersin, aslında bir iyilik halkası başlatmış olursun. Sen göçüp gitsen bile o halka genişlemeye devam eder. Her meyve, her kuş cıvıltısı, her yaprak hışırtısı bir duadır belki. Öyle ki ağacın kuruyuncaya kadar değil, ondan sonra bile belki toprağı beslemesi, odun oluşu, kül olup başka bir döngüye karışmasıyla sadakan devam eder. Çünkü Allah’ın hesabı bizimki gibi değil. O, niyetleri bilir, iyiliği çoğaltır, ihlası büyütür.


Bugünün dünyasında ise böyle bir sadaka anlayışı ne kadar da az hatırlanıyor. Kalabalık şehirlerde betonlar yükselirken, bir ağacın gölgesine hasret kalan çocuklar büyüyor. Ne zaman bir fidan dikilse, aslında sadece doğaya değil, insanlığa da bir armağan sunuluyor. O yüzden bu hadisi sadece “bahçesi olanlar için” sınırlamak büyük bir eksiklik olur.


Bir saksıya tohum eken de, bir parkta kurumaya yüz tutmuş bir ağacı sulayan da, bir çiçeğin yaprağını koparmak yerine ona saygı gösteren de bu halkaya dahildir. Bir çocuğa toprak sevgisi aşılamak, kuşlar için pencere kenarına buğday bırakmak da bu anlayışın uzantısıdır. Çünkü sadaka, sadece cebimizden çıkan değil; elimizden, gönlümüzden ve davranışlarımızdan süzülen iyiliktir.




Bugün bir ağaç diksen, belki gölgesinde sen oturamayacaksın. Ama senden sonra bir çocuk, elinde kitabıyla onun altında dinlenebilir. Bir yaşlı kadın yürüyüşe çıktığında onun gölgesinde soluklanabilir. Belki de kimse bilmeyecek o ağacı kimin diktiğini. Ama Allah bilecek. Sessiz sadakaların Rabbi…


Ve düşün ki kıyamet kopuyor bile olsa, elindeki fidanı dik, diyor Efendimiz. Yani umut, son nefese kadar bir sorumluluktur. Çünkü bir ağaç dikmek sadece toprağa değil, ahirete de bir tohum atmaktır. Umutla, iyilikle, sadaka niyetiyle…


Öyleyse sor kendine: Bugün hangi ağacı diktin? Hangisi senden sonra da hayra vesile olacak? Belki bir çocukla kurduğun güzel bir iletişim. Belki bir hayvana su vermek. Belki gerçekten bir fidan…


Sadaka taşları sessizdi bir zamanlar. Şimdi sessiz sadakalar ağacın yapraklarında, gövdesinde ve gölgesinde…


Dik bir fidan. Belki de cennet orada başlıyordur.

16 Mayıs 2025 Cuma

Sıla-i Rahim: Kalbin Yolculuğu Eve Doğru




Dünya hızla dönüyor. Uzaklar yakın oluyor, ama kalpler birbirine ne kadar yakın, işte orası meçhul. Günümüzde her şey elimizin altında: iletişim uygulamaları, uçak biletleri, haritalar… Ama bir kapı var ki, pas geçiliyor: sıla-i rahim, yani akraba bağlarını gözetmek.


Bu kelime yalnızca bir ziyaret anlamına gelmez. Sıla-i rahim, kalbin bir davetidir. Hangi akrabanın kapısı çalınmadıysa, orada bir eksiklik vardır. Bu, sadece karşı tarafın değil, bizim de eksiğimizdir. Zira sıla-i rahim, sadece onlara değil, önce bize iyi gelir. Bazen bir amcanın suskun bakışında, bazen bir teyzenin sarılışında yıllardır aradığımız parçayı buluruz.


Peygamber Efendimiz (sav), “Sıla-i rahim yapanın rızkı artar, ömrü bereketlenir” buyurur. Düşün: Bir akrabanı araman ya da ziyaret etmen, görünmeyen bir bereket kapısını aralıyor. Bu ilahi sistemde, gönül bağları sadece duygusal değil, aynı zamanda kaderimizi şekillendiren ipliklerdir.


Dünya küreselleşirken, insanlar bireyselleşiyor. Kimse kimseye yük olmak istemiyor; ama bu cümle aynı zamanda şunu da getiriyor: kimse kimsenin yükünü taşımıyor artık. Oysa sıla-i rahim, başkasının yükünü az da olsa paylaşma cesaretidir. Hal hatır sormak, sessizce bir kalbe dokunmaktır.


Ve bazen, sırf bu yüzden, bir nesil kurtulur. Belki çocuklarımıza vereceğimiz en büyük miras, birbirine bağlı bir aile halkasıdır. Teknoloji ilerleyebilir, ama yüz yüze yapılan bir ziyaretin yerini hiçbir bildirim sesi tutmaz.


Unutma: Akrabalar mükemmel insanlar olmayabilir. Belki anlaşmazlıklar, eski kırgınlıklar vardır. Ama işte tam da bu yüzden, sıla-i rahim bir ibadettir. Nefse rağmen yapılan bir bağ kurma çabası… Bu çağda kolay değil, ama bu çağda belki de en çok buna ihtiyaç var.


Kapanışta küçük bir teklif: Bugün bir akrabanı ara. Sebepsiz, bahanesiz. Sadece bir “Nasılsın?” için. Belki o ses, beklenenden daha fazlasını iyileştirir. Belki bir kapı açılır. Ve o kapıdan geçerken, kalbin de eve döner.


12 Mayıs 2025 Pazartesi

Çocuğun Kalbine Dokunmak: Suçun Köküne İnmek


Zaman zaman haberlerde karşılaştığımız bazı manşetler, içimizi sızlatır: “Genç yaşta suça karıştı”, “Çocuk yaşta gasp yaptı”, “Küçük yaşta büyük suç…” Bu manşetleri okurken bir an durmak gerekir: Bu çocuk nasıl oraya sürüklendi?


Bir çocuğun suça yönelmesi, sadece onun iradesine bağlanamaz. Bu, daha derinlerde kök salmış bir toplumsal mesele. Bugün yüksek sesle konuşulması gereken bir gerçek varsa, o da çocuk yetiştirmenin artık yalnızca ailelerin değil, bir toplumun vicdani sorumluluğu haline geldiğidir.


Çocuklarımıza sadece “iyi insan ol” demek yetmiyor. İyiliği örnekle göstermek, sabırla anlatmak ve en önemlisi onu yaşamak gerekiyor. Çocuklar nasihatle değil, şahit oldukları hayatla büyür. Sevgi görmeyen, güven duygusu gelişmeyen, iletişimden yoksun bir çocuk; öfkeyle, yalnızlıkla, dışlanmışlıkla tanışır. Ve bu tanışıklık bazen telafisi zor izler bırakır.


Bir çocuğa değer vermek, ona sadece oyuncak almakla olmaz. Onu dinlemek, ruhuna dokunmak, yolunu kaybettiğinde elinden tutmak gerekir. Çünkü unutulmamalıdır: Suçlu dediğimiz kişi, bir zamanlar yitirilmiş bir çocuğun devamıdır.


Toplum olarak çözümün parçası olmamız gerekiyor. Okullarda değerler eğitiminin güçlendirilmesi, ebeveynlerin bilinçlendirilmesi, çocukların sağlıklı sosyal ortamlara erişiminin artırılması artık bir lüks değil, zorunluluktur. Bir çocuğun iyileşmesi, yalnızca onun hayatını değil; toplumun vicdanını da iyileştirir.


Çocuklar birer tohumdur. Ne ekersek, onu biçeriz. Bugünün çocuklarına merhamet, edep, saygı, sabır ve sevgi ekersek; yarının dünyasında adalet, huzur ve umut biçebiliriz.








9 Mayıs 2025 Cuma

Helal Lokma: Alın Teriyle Yoğrulmuş Bir Dua



Bir lokma ekmek… Belki yüzlercesini yedik bugüne kadar. Ama hiç düşündük mü, o lokmanın içine karışan niyeti, emeği, duası? İşte tam da bu yüzden helal rızık sadece bir kazanç meselesi değil, bir hayat duruşudur aslında.


Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Hiç kimse, kendi el emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir.” (Buhârî, Büyû‘, 15) buyururken sadece fiziksel bir çabadan değil, ahlaki bir çizgiden de söz ediyordu. Yani, helal lokma demek; yalanla, hileyle, başkasının hakkını çiğneyerek değil, alnımızın teriyle kazanılmış bir kazanç demektir.


Neden bu kadar önemli?

Çünkü insan neyle beslenirse ona dönüşür. Kalbine haram karışan, kararlarında bereket bulamaz. Helal rızık, sadece sofrada değil; huzurda, uykuda, evladımızın yüzünde bile kendini gösterir. Helal lokma, çocuğunun duasına karışır, eşinin tebessümünde yankılanır.


Helal kazanmak zor mudur?

Evet, kolay değildir. Kimi zaman herkes kestirme yollar ararken sen uzun olanı seçersin. Bazen bir işten vazgeçersin, bazen kazancını az tutarsın ama içini rahat koyarsın yastığa. İşte bu da bir ibadettir.


Helal lokma sadece işçinin mi meselesi?

Hayır. Ev hanımı da, memur da, esnaf da, öğrenci de bu dairenin içindedir. Çünkü helal lokma sadece kazançta değil, onu nasıl harcadığımızda, nasıl ikram ettiğimizde ve kimin hakkını gözettiğimizde de gizlidir.


Son söz:

Helal rızık, sadece midemizi değil, ruhumuzu da doyurur. Ve unutma, bir lokma helal ekmekle edilen dua, nice kapalı kapıyı açar.


5 Mayıs 2025 Pazartesi

Zehir Tabağımızda: Pestisit Tehlikesi ve Organik Umut



Dünyanın dört bir yanında sofralar renkli meyvelerle, taptaze sebzelerle dolup taşıyor. Ancak ne yazık ki bu renklerin ardında görünmeyen bir tehlike yatıyor: pestisit kalıntıları. Son yıllarda artan analizler ve sağlık verileri gösteriyor ki, zirai ilaçların yoğun kullanımı sadece doğayı değil, doğrudan insan sağlığını da tehdit ediyor. Hatta bazı ülkelerde bu kimyasallardan zehirlenerek hastanelere başvuranların sayısı ciddi şekilde arttı. Üstelik bu durum sadece tarımla ilgilenenleri değil, şehirde market raflarından alışveriş yapan herkesi etkiliyor.


Peki, bu tablo karşısında ne yapabiliriz? Çaresiz miyiz? Elbette hayır. Çünkü her kriz, içinde bir uyanış çağrısı taşır.





Pestisit Nedir ve Neden Bu Kadar Tehlikeli?



Pestisitler, tarım ürünlerini zararlılardan korumak amacıyla kullanılan kimyasallardır. Fakat bu koruma bedelini hem toprak hem su hem de insan sağlığı ödüyor. Yüksek miktarda pestisit, bağışıklık sistemini zayıflatıyor, hormonal dengesizliklere yol açıyor ve uzun vadede kansere kadar giden ciddi hastalıklara zemin hazırlayabiliyor.


En kötüsü ise, pestisit kalıntılarının bazı ürünlerin kabuğuna değil, doğrudan dokusuna işlemiş olması. Yani ne kadar yıkarsanız yıkayın, artık onun bir parçası haline gelmiş oluyor.





Kendi Çapımızda Ne Yapabiliriz?



Dünyayı tek başımıza değiştiremeyiz belki, ama tabağımızdan başlayabiliriz. İşte evimizde, balkonumuzda veya küçük bir bahçemizde bile yapabileceğimiz birkaç adım:



1. 

Kendi Organik Ürünlerinizi Yetiştirin



Toprakla tanışmanın vakti geldi.


  • Domates, biber, salatalık gibi sebzeler; saksıda bile yetiştirilebilecek kadar pratik.
  • Nane, maydanoz, fesleğen, kekik gibi yeşillikler, mutfağınıza hem sağlık hem lezzet katar.
  • Balkonunuzda bir limon ağacı yetiştirmek bile mümkün. Birkaç yıl sabırla, ama büyük bir keyifle…



Organik tarım; yalnızca kimyasal kullanmamak değil, aynı zamanda doğayla uyum içinde, toprağa şefkatle dokunmak demektir.



2. 

Yerel Üreticiyi Destekleyin



Güvendiğiniz, küçük ölçekli, yerel üreticilerden alışveriş yapmak büyük fark yaratır. Onlar genellikle geleneksel yöntemlerle, daha az kimyasal kullanarak üretim yaparlar. Böylece hem sağlığınızı korur, hem de yerel ekonomiyi ayakta tutarsınız.



3. 

Mevsiminde Tüketin



Serada zorla büyütülen, doğanın dengesine aykırı zamanlarda üretilen ürünler hem besin değerini kaybeder hem de daha çok kimyasal içerir. Bu yüzden doğaya kulak verin, ne zaman ne yenir bilin.



4. 

Kompost Yapın, Toprağı Canlandırın



Evdeki sebze-meyve artıklarından kompost yapmak hem çöpünüzü azaltır hem de toprağınıza can verir. Organik madde yönünden zengin toprak, daha dirençli bitkiler demektir; yani daha az hastalık, daha az pestisit ihtiyacı.





Tüm Dünya İçin Küçük Adımlar, Büyük Umutlar



Bugün attığınız küçük bir tohum, yarın bir dönüşümün başlangıcı olabilir. Kendi ürettiğiniz bir domates, belki sadece bir öğününüzü değil, bakış açınızı değiştirir. Ve bu değişim yayılır. Çocuğunuza, komşunuza, sosyal medyada okuyan bir başkasına…


Organik yaşamak bir lüks değil, bir direniş.

Zehirli gıdalara, endüstriyel dayatmalara ve doğayı yok sayan üretim modeline karşı bir duruş.

Ve bu duruşun kahramanı olmak için çiftçi olmanıza gerek yok.

Bir saksı, bir avuç toprak, biraz güneş, bolca sevgi yeter.